Nâbi Gazel İncelemesi
Günümüz
Türkçesiyle
Dünya bahçesinin hem hazanını (sonbahar) hem baharını (ilkbahar)
görmüşüz, biz neşenin de hüznün de zamanını görmüşüz (yaşamışız).
Çok da mağrur (gururlu)
olma ki ikbal (baht açıklığı) meyhanesinde, biz gururdan sarhoş olan
binlercesinin sersemlemiş halini de görmüşüz.
Kırgınlık beddualarının
topu karşısında yıkılıp gider, nice mevki ve makam ülkesinin taştan kalelerini
görmüşüz.
Bir coşkuyla bin ikbal
hanesini yerle bir eder, biz dertli insanların sel gibi kabaran kırgınlık
gözyaşlarını görmüşüz.
Bir can alıcı ah okudur
sermayesi (tüm varlığı), biz bu meydanın nice çabuk süvarisini görmüşüz.
Bir gün elini bağlayıp
kapı dibini mekân tutar, itibarlı makamların sayısız mağrur kimselerini
görmüşüz.
İsteklerin kadehi
dilenci kâsesine döner, biz bu meclisin Nabi, çok içki içenlerini görmüşüz.
Şiirin
Biçim Yönünden İncelenmesi
Nazım
birimi: beyittir
Ölçüsü:
aruz ölçüsüdür
Kalıbı:
“fâ
i lâ tün / fâ i lâ tün / fâ i lâ tün / fâ i lün” dür.
Uyak
şeması: “aa ba ca da ea fa ha” biçimindedir
Şiirin
Ahenk Unsurları (Uyak ve Redifler)
--- bahârın görmüşüz
Şiirin Anlam Yönünden İncelenmesi
Açıklama – Yorum
Divan edebiyatında “hikemi
tarz” adı verilen ve adeta Nâbi ile özdeşlenen şiir akımına uygun tarzda
yazılan bu gazel, belli hayat tecrübelerini aktarması bakımından iyi bir
örnektir.
Bâğ-ı dehrin hem hazânın hem
bahârın görmüşüz
(Dünya bahçesinin hem hazanını (sonbahar) hem baharını (ilkbahar)
görmüşüz, biz neşenin de hüznün de zamanını görmüşüz.)
Şair, bu beyitte dünyanın
geçiciliğini vurguluyor. Her şey gibi mevki, makam, güç ve zenginlik hep geçicidir.
Beyitte geçen “bahar” güzel günleri, “hazan” ise sıkıntılı günleri simgeliyor. Şair,
yaşantısı boyunca hem güzel günler hem de sıkıntılı günler gördüğünü
belirtiyor.
Beyitteki “hazan – bahar” ve “neşat – gam” kelimeleri arasında tezat sanatı vardır. Aynı zamanda bu kelimeler arasında leff ü neşr sanatı vardır. Beyitteki “rüzgâr” kelimesinde hem “yel”, hem de “zaman”
anlamları birlikte kullanıldığı için tevriye
sanatı vardır.
Çok da mağrur olma kim meyhâne-i
ikbâlde
(Çok da mağrur
(gururlu) olma ki ikbal (baht açıklığı) meyhanesinde, biz gururdan sarhoş olan binlercesinin sersemlemiş halini de
görmüşüz.)
Bazıları kazandıkları
başarıların ardından zafer sarhoşluğu ve gurura kapılarak kendilerine verilen
yetkileri pervasızca kullanıp, pek çok kişiye haksızlık edebilirler. Ancak bir
gün yetkileri ellerinden alınıp da sıradan biri haline gelince bunun
sıkıntısını fazlasıyla yaşarlar.
Bu beyitte makam meyhaneye, güç sarhoşluğa,
görevden alınma da sarhoşluk sonrası sersemlemeye benzetilmiştir. “Meyhane-i ikbal”, “mest-i mağrur” ve “humar”
kelimelerinde istiare sanatı vardır.
Bu kelimeler birbiriyle ilgili olduğu için tenasüp
sanatı vardır. “Mağrur” kelimesi
tekrar edildiği için tekrir sanatı.
“İkbal” ve “humar” kelimeleri arasında da tezat
sanatı vardır.
Top-i âh-i inkisâra pâydâr olmaz
yine
(Kırgınlık
beddualarının topu karşısında yıkılıp gider, nice mevki ve makam ülkesinin
taştan kalelerini görmüşüz.)
İnsanlar bazen
şanslarının da yardımıyla yüksek mevkilere çıkabilirler. Aslen görevlerinin
halka hizmet olduğunu unutup bunun yerine kendi çıkarları doğrultusunda halka
zulmedebilirler. Ancak unutulmamalıdır ki mevkileri ne kadar sağlam olursa
olsun geçicidir. Şair, yaşadığı süre içersinde önce yüksek mevkilere çıkıp
sonra bir hiç durumuna düşen pek çok kişi görmüştür.
Şair, eskiden savunma
amacıyla yapılan taştan kaleleri mevki ve makama benzetiyor. Makam sahiplerinin
zulmettikleri kişilerin beddualarını ise kale surlarını yıkmak için kullanılan
toplara benzetiyor, teşbih sanatı var.
Bir hurûşiyle eder bin hâne-i
ikbâli pest
(Bir coşkuyla bin ikbal
hanesini yerle bir eder, biz dertli
insanların sel gibi kabaran kırgınlık gözyaşlarını görmüşüz.)
Şair, bu beyitte halka
zulmedenlerin bir gün bu yaptıklarının karşılığını fazlasıyla ödeyeceğini
vurguluyor. İlahi adalete inanan şair, hiçbir kötülüğün karşılıksız
kalmayacağını söylüyor. Zulme uğrayanların feryatlarını bir sele benzeterek,
bunun karşısında hiçbir ikbal binasının (mevki) dayanamayacağını belirtiyor.
Beyitte, dertlilerin
gözyaşları sele benzetilmiştir (teşbih).
Gözyaşlarının bin ikbal hanesini yıkmasında ise mübalağa (abartma) sanatı vardır.
Bir hadeng-i can-güdâz-ı âhtır
ser-mâyesi
(Bir can alıcı ah
okudur sermayesi (tüm varlığı), biz bu meydanın nice çabuk süvarisini görmüşüz.)
Şair, yüksek mevkilere
gelip bunun ihtişamına kapılan, kibir tuzağına düşüp yetkilerini kötüye
kullanan kişileri uyarmaya devam ediyor. Bu kişiler ne kadar kurnaz, ne kadar
becerikli olurlarsa olsunlar, mazlumların beddualarından kurtulamayacaklardır.
Bu beyitte yüksek
mevkilerde bulunan ya da dünya nimetlerinden fazlasıyla yararlananlar
çapük-süvara (hızlı süvari) benzetilmiş (istiare),
mazlumların bedduası da can alıcı oka benzetilmiştir (istiare).
Bir gün eyler dest-beste pây-gâh-ı
cây-gâh
(Bir gün elini bağlayıp
kapı dibini mekân tutar, itibarlı makamlarının sayısız mağrur kimselerini görmüşüz.)
Şair, yüksek makamların
ve dünya nimetlerinin geçici olduğunu söyleyerek bunların bir gün yok
olabileceğini, insanın her şeyini yitirip bir zavallıya dönebileceğini
belirtiyor. Şair, bu duruma düşmüş kişileri bizzat görmüş ve bu durumu
yaşamıştır. Bu nedenle insanların bulundukları yüksek makamların ihtişamına
kapılıp başka insanları hor görmemesini, bir gün kendilerinin de aynı duruma
düşebileceğini hatırlatıyor.
Kâse-i deryüzeye tebdil olur câm-i
murad
(İsteklerin kadehi
dilenci kâsesine döner, biz bu meclisin Nabi, çok içki içenlerini görmüşüz.)
İnsanlardaki aşırı hırs
ve istekler, onları yüksek makamlardan dilenci durumuna düşürebilir. Şair,
açgözlülük konusunda makam sahiplerini uyarıyor. Aşırı hırsın insanı çok kötü
duruma düşüreceğini “istek kadehi” ve “dilenci çanağı” sözleriyle anlatmaya
çalışıyor. Bu nedenledir ki insan hiçbir zaman hiçbir konuda aşırıya
kaçmamalıdır.
Bu beyitte “ey Nabi” seslenmesinde nida sanatı, “bade-har” sözünde istiare sanatı”
vardır. Yine bu beyitte “kase-i deryüze”
(dilenci çanağı), “cam-ı murad”
(istek kadehi) benzetmelerinde istiare sanatı,
iki tamlama arasında tezat sanatı
vardır.
Şiirde “görmüşüz” ifadesi her beyitin sonunda
tekrar edilerek, şiire didaktik bir ifade (hikemi tarz) kazandırıyor. Böylece
yüksek mevkilerin, dünya mal ve mülkünün geçici olduğu gözler önüne seriliyor.
Şiirin teması: “dünyanın geçiciliği”dir
Bununla birlikte şair, bu şiirinde yüksek makamların, dünya malının ve mülkünün geçici olduğunu, bu mevkilere gelen kişilerin boş yere gurura kapılmaması gereğini de işliyor.
Dil ve Anlatım
Divan edebiyatı didaktik şiir anlayışının (hikemi tarz) büyük ustalarından Nâbi, bu gazelinde duygu ve düşüncelerini hem içerik hem de üslup bakımından oldukça başarılı bir biçimde dile getirmiştir.
Şiirde geçen “baharın, rüzgârın, humarın, hisarın, inkisarın, süvarın, itibarın, bade-harın” kelimelerinde “-i” hal eki (baharını, rüzgârını vb.) söylenmemiştir.
Arapça, Farsça kelime ve tamlamaların sıkça kullanıldığı şiirde mecazlı bir anlatım yolu seçilmiştir.
Şair Hakkında – Nâbi
Nâbi, 1642’de Ruha’da
(Şanlıurfa) doğdu. Asıl adı Yusuf’tur. Kardeşi Seyyid Ahmed’in el yazması
kitabından anlaşıldığı üzere babasının adı Seyyid El Mustafa’dır. Çocukluğunu
ve ilk gençlik yıllarını Şanlıurfa’da geçiren Nâbi’nin burada iyi bir eğitim
aldığı, Arapça ve Farsça öğrendiği bilinmektedir.
1076’da İstanbul’a
gitti. Bir şiirinden, önceleri İstanbul’da aradığını bulamamaktan dolayı hayal
kırıklığına uğradığı, çok geçmeden Sultan IV. Mehmet’in muhasibi Damat Mustafa
Paşa ile tanıştığı, onun ölümüne kadar süren bu dostluk sayesinde oldukça rahat
bir hayat yaşadığı anlaşılmaktadır. Bir ara ikinci vezirlik derecesine de
ulaşan paşanın onu kendine divan kâtibi seçmesinden sonra Naili gibi çağının
büyük şairleri tarafından tanınmaya başladı. IV. Mehmet’in yakın çevresine
girdiği bu dönemde Mustafa Paşa’nın maiyetinde Lehistan seferine katıldı.
Kamiçe’nin fethi üzerine iki tarih düşürdü. Bunlardan biri kale kapısına
işlendi. Şehzadelerin sünnet düğününe katılan Nâbi, on beş gün süren bu
şenlikleri “Sûrnâme” adlı eserinde
anlattı.
1678’de hacca giden Nâbi,
hac dönüşünde Mustafa Paşa’nın kethüdalığına kadar yükseldi. Kendi arzusuyla bu
görevinden ayrılan Nabi, Mustafa Paşa, Kaptan-ı Derya olarak saraydan
uzaklaştırılınca onun maiyetine girerek, paşanın ölümüne kadar Boğazhisar’da
kaldı. Ardından Halep’e yerleşen şair,
burada evlenip devletten aldığı maaşla kendisine ayrılan malikânede rahat bir
hayat sürdü. Oğulları Ebülhayr Mehmet Çelebi ve Mehmet Emin burada doğdu.
Nâbi, II. Süleyman ve
II. Ahmet’in tahta çıkışına sessiz kalmasına rağmen 1695’te padişah olan II.
Mustafa’ya ve 1703’te tahta çıkan III. Ahmet’e birer “Cülus Kasidesi” yolladı.
Yüksek mevkilerde bulunan dostlarına da kasideler yazan şair, “Hayriyye” adlı eserini bu dönemde
tamamladı. Çorlulu Ali Paşa, Sadarete getirilince aylığı kesildi ve malikânesi
elinden alındı, bunun üzerine “görmüşüz”
redifli gazelini yazdı.
Halep valisi iken 1710’da
ikinci defa sadrazamlığa getirilen Baltacı Mehmet Paşa, İstanbul’a giderken Nâbi’yi
de beraberinde götürdü. Nâbi, bu son İstanbul devresinde özellikle şiir ve
kültür çevrelerince zamanın “Şeyhü’s-şuara”sı olarak kabul edilerek, büyük bir
takdir ve hayranlık gördü. Devletin çeşitli kademelerinde görev yaptı.
1712 baharında ağır şekilde hastalanan Nâbi, Farsça bir tarih kıtası yazdı. Ölümüne işaret eden bu kıta bazılarınca onun ermişliğine yorumlandı. 13 Nisan 1712 tarihinde dünyaya gözlerini yuman şair, Karacaahmet Mezarlığı’nda toprağa verildi.
Nâbi, hoşsohbet,
kültürlü, zeki, güzel konuşan, şiire kazandırdığı tarz dolayısıyla da kendinden
sıkça söz ettiren bir şairdi. Türkçe divanının mukaddimesinde bazı şiirlerini
tamamlayamadığını, beyitler üzerinde sık sık düşünüp çalıştığını ve düzeltmeler
yaptığını, bu yüzden bazı şiirlerinin diğerlerinden daha güzel olduğunu
vurgulamıştır.
Anlamı ön planda
tuttuğu şiirlerinde hem düşünen hem düşünmeye sevk eden ifadelere sahip
olduğundan Türk şiirindeki “hikemi tarz”ın temsilcisi olarak görülmüştür.
Nâbi’nin didaktik
nitelikli şiirlerinde mevcut dünya ve hayat görüşü, ondan sonra bu tarzda şiir
yazanların çoğalmasına ve Nâbi okulu diye adlandırılabilecek hikemi bir şiir
okulunun doğmasına yardımcı olmuştur.
Kendinden öncekilerde
ancak izleri hissedilen “mahallileşme akımı” onun şiirlerinde açık şekilde
görülür. Musikiye ilgisi olan şairin kendi gazellerinden birini “rehâvi”
makamında bestelediği bilinmektedir.
Nâbi’nin en başarılı
olduğu nazım şekli gazeldir. Onun şiir gücünü, kişiliğini, düşünce ufkunun
genişliğini, engin kültürünü, üslup mükemmelliğini ve ifade rahatlığını en iyi
gazellerinde görürüz.
Nâbi’ye göre şiir,
karşılaşılan sorunların ve günlük yaşamın içinde olmalı, insandan ve insani
konulardan soyutlanmamalıdır. Bu nedenle şiirleri yaşamla ilgili, çözümler
üretmeye çalışan, bazen de öğütler veren bir yapıdadır. Fikirleri gibi dil ve
edebiyat hakkındaki görüşleri de kendi çağı içinde önemli, özgün ve yenidir.
Eserleri